Amca / Maksat Nur
Türkiye'de Şehrin Sahibi adlı romanı yayınlanmış olan Bakülü yazar Maksat Nur'un bir öyküsünü yayınlıyoruz.
Bu erkek dut[1] ağacının altında ölüp kalmak, utanç verici bir şeydi... *** “Akil N. Kuliyev...” Arkadaşları ona böyle sesleniyorlardı. Herkes onu, meşhur sinema yönetmeni Akil M. Kuliyev’in amcasının oğlu sanıyordu. Böyle tanınmak, onun da işine geliyordu. Bırak, öyle bilsinler, kıskançlıklarından çatlasınlar diyordu. Ama amcası, inşaat ustasıydı ve şu an, Akil N. Kuliyev, bu erkek dut ağacının altında kan kusarken, inşaat ustası olan amcasının, bir an önce buraya, onun yardımına yetişmesini istiyordu. Elbette, meşhur sinema yönetmeni Akil M. Kuliyev’in amcası da bir inşaat ustası olabilirdi. Bunda utanılacak ne vardı ki? Ama Akil N. Kuliyev’in amcası, ona göre çok özel bir ustaydı. Birincisi, 1992 yılında, terk ederek çıktıkları Karagüney köyünün bütün evleri, onun amcası tarafından, büyük bir ustalıkla inşa edilmişti. İkincisi de amcası, Ermeni işgalinden sonra, sürgün geldikleri bu şehirde, ona babalık yapmıştı. O da amcasının sayesinde, savaşta ölüp kaldığı bile belli olmayan babasının, geride bıraktığı iki yetime bakabilmiş, üstelik de durumunu hayli düzeltmişti. Hatta Bakü’ye bağlı Kale köyünde kendine bir ev de yaptırmış, annesini, bacısı Nigar’ı ve küçük kardeşi Kabil’i de kanatları altına almıştı. Başlarını sokacakları bir evleri vardı ve bütün bunlar amcasının sayesinde olmuştu. Bu nedenle amcası onun için özel bir insandı, her şeyiydi! Nerede kaldı? Niye çıkıp gelmedi? Niye yetişmedi? Amcam neden gelmedi? Allah’ım onu tez yetiştir! *** Dut ağacının da erkeği olurmuş. Yani meyve vermeyen dut ağacı da varmış. Böylesi dut ağaçları, ipekböcekleri için yaprak, insanlar içinse gölgelik olurmuş. Eğer Akil N. Kuliyev henüz çok küçük yaşlarda, bacısı ve kardeşiyle birlikte annesinin eteğinden tutup, onun göğsüne sığınarak ve korkudan gözlerini sımsıkı kapatarak, düşman işgaline uğrayan Karagüney köyünden kaçmamış olsaydı, bağ bahçe, mal davar ve koyun kuzu hakkında daha fazla şey duymuş ve daha fazla şey öğrenmiş olurdu. Ama ne şimdi, erkek dutun dibinde kan içinde kaldığı bu anlarda, ne de bu virane şehirde geçirdiği on sekiz yıl boyunca, Karagüney’deki bir dut ağacıyla ilgili hiçbir şey duymamıştı. Bu konuda bir şeyler konuşulmuş olsa, mutlaka bir şekilde duyardı. Hiç olmazsa bazı küçük şeyler kulağına takılıp kalırdı. Karagüney köyüyle ilgili, kendi köylülerinde öyle şeyler duyuyordu ki (elma, armut, at, eşek, postane, Rizvan’ın dükkânı) ona bir rüya gibi gelen hatıralar, bu duydukları sayesinde hafızasında yeniden canlanıyordu. 26 yaşında olmasına rağmen iyi ki köylülerinden uzağa düşmemişti. Bu da amcasının sayesindeydi. Nerdesin amca! Yetiş, ben ölüyorum! Yetiş ey zalim! Yetiş, nerdesin? *** –Bedeninde düşmanın aksini yansıtan hiçbir nişane yok... Oysa er kişide düşmanın aksi görünmelidir. Eğer gözlerinin ağında düşmanın resmi görünmüyorsa, sen gayretsiz, alçağın birisin, demektir... Bak, duruyorum gözlerinin içinde kendimi görüyorum ama düşman göremiyorum... Sen benim düşmanımsın, babam da... Diyen ve yüzünü yana çevirerek elindeki bira bardağını başına diken ve bardaktaki birayı son damlasına kadar sömüren amcasının oğlu Zaza, (asıl adı Zaur idi) biraz önce Akil N. Kuliyev’le erkek dut ağacının altındaki Çellek adlı kafede oturmuş, konuşuyorlardı. Zaza: –Çok tedbirli ve ihtiyatlısın. Bu özelliğinle amcana, yani babama benziyorsun... Keşke ben amcamın oğlu olsaydım, sen de babamın... Sin amcanla geriye, yurdumuza, Karagüney’e gitseydiniz. O zaman belki baban da sağ kalırdı, siz de babamla, şimdi bizim başımızda oturamazdınız... Oldukça kaba saba konuştu; sesinin bu tonuyla sanki Akil’e hakaret ediyordu. ...Zaza’ya göre eğer Akil, amcasıyla (Zaza’nın babasıyla) geriye, Karagüney’e dönseydi, babasını da inadından vazgeçirebilirdi, ya da Akil’in hatırına babası da buraya geri dönerdi. Ermeni kuşatmasında köyü terk etmiş olsa da Karagüney’de bıraktıkları beş on koyun için yeniden köye dönmez, kendisini azgın Ermenilerin ağzına atarak, bir anda ortadan kaybolmazdı. *** Akil’in amcasının oğlu: – Zaza, amcasının kızı için canından geçiyor! diye hırslandı ve kendi göğsünü iki kez yumrukladı. Kız da onu seviyordu. Zaza, Nigar ve Akil aynı tabakta yemek yiyip, aynı ekmeği bölerek büyüdüler. Peki, şimdi ne oldu? Şimdi babası ve amcasının oğlu, Nigar ile Zaza’nın arasında karaçalı oldular... –Ya sabrım tükenirse, Nigar’ı alıp kaçarsam, ne yapabilirsiniz ki? Zaza bu kez ayağa kalkmak istese de Akil onun omzundan tutup tekrar oturttu ve elini sallayıp garsonu çağırdı, bira istedi. Aynı zamanda çevresindeki insanların onlara baktığını sezdiğinden, biraz da sinirlendi... Hatta o an, bu kafenin aşçısı Kaleli kızı Dilberhanım’ın, her zamanki gibi mutfaktan çıkıp yanlarına gelmesini, şakalaşmasını, şehre hücum eden köylülere bir türlü kibarlık ve marifet öğretemediğinden bahsetmesini, sonra ortaya ilginç sözler ve ara sıra da masalarına sıcacık içli çörekler atmasını, istedi. –... Siz, Nigar’ın gayretine kurban olasınız. O, beni çok seviyor hatta yeri geldiğinde, bana esrar almam için para da veriyor... Sizin haysiyetinizi yere vurmamak için de benimle kaçmıyor, bunu biliyor musunuz? Ama sonunda onun da sabrı tükenecek, bezecek... Babama da söyle, bırak o da bilsin! Zaza hem amcasını hem de -yeri gelmişken- Akil’i tehdit ediyordu. Bu sözleri duyduğunda Akil, bir an babasını özledi. Şimdi babasının sağ olmasını ya da onunla birlikte Karagüney’e dönüp Ermeni savaşında aynı akıbete uğramayı istedi. Akil, sakince: –Nigar, sana para mı veriyor? Vermemeli, onu öldürürüm... O, senin aklı başında bir adam olduğunu mu sanıyor? Senin bir haramzade olduğunu nerden bilsin. Bizim evden, senin esrarın için para çıkmamalı, dedi. Zaza gözlerini iri iri açtı: –Niye ki? O parayı haram yollardan kazanmıyor musunuz? Babam da, sen de o zavallı Yakup Beyin inşaatındaki malzemeleri alıp burada satmıyor musunuz? Babam bir yandan namaz kılıyor, bir yandan da kendisine ekmek veren adamın malını çalıyor... –O “zavallı” dediğin adam, bunu kendisi istiyor, o mallar, devletin malıdır, Yakup Bey de bizim elimizle iş yapıyor, o da bu şekilde para kazanıyor... –O zaman gidip kendisinden soralım, bakalım öyle mi? –Yeter, kes, dedi Akil. Yine Dilberhanım’ın mutfaktan çıkıp yanlarına gelmesini arzuladı ve hatta başını çevirip onu, erkek dutun altına çağırmak istedi. –Size bir hafta süre veriyorum! Nigar ile benim nikâhımı kıymaz, kavuşmamıza engel olursanız, önce Yakup Beyin yanına gideceğim, sonra da Nigar’ı alıp buraları terk edeceğim... *** İnkılâp Sokağındaki inşaat malzemeleri toptancıları da Çellek kafesine takılıyordu. Buradaki insanlar birbirini tanıyor, alış veriş yapıyor, para alıp para veriyor, bira içip yemek yiyorlardı. Kaleli Kızı Dilberhanım, bu kafenin mutfağında çalışıyor. Öyle lezzetli yemekler pişiriyor ve öyle nefis içli çörekler yapıyor ki... Herkesle öyle samimi konuşuyor ve ortalığı öyle şenlendiriyordu ki, bu nedenle çok az konuşan Karabağ Emmi de buraya geldiğinde bu şen şakrak, tatlı dilli genç kıza, birkaç kelime hoş söz söylemeden edemiyordu. Bu erkek dut da kafenin geniş bahçesinde, hafiften yüksekçe bir yerdeydi... Şimdi, Akil N. Kuliyev, dut ağacının dibinde kan kusarken, bir yandan cebinin derinliğindeki cüzdanını çıkarıp yıllardan beri küçük kâğıtların arasında sakladığı ve köyde birlikte çektirdikleri renkli fotoğrafa bakmaya; bir yandan da karnındaki bıçak yaralarının üstündeki nemli kurulama bezlerini, yaralarına bastırarak, sızan kanı durdurmaya çalışıyordu. Başının üstünde dönüp duran Dilberhanım da, getirdiği kuru bezleri onun kan sızan yaralarının üstüne bastırmaya çalışıyor, dizini dövüyor ve cankurtaran çağıranlara, bir kez daha telefon etmeleri için bağırıyordu. Sonra da sık sık telefonu alıp Akil’in amcasını arıyor; her aradığında da, “Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor,” mesajını duyup, telefonu tekrar önlüğünün altındaki cebine atıyor, yeniden Akil’e yardım etmeye çalışıyor, bir yandan da gözyaşı döküyordu... *** Fotoğrafta, hepsi birlikteydi ve mutlu görünüyorlardı. Savaştan önce, Karagüney’de çektirmişlerdi. Zaza, Akil ve Kabil’in üstünde, kırmızı birer önlük vardı. Çünkü her üçünü de aynı gün sünnet etmişlerdi, üçünü de ön sıraya, masaya oturtmuşlardı. Nigar’ın elinde de, nergis ve menekşelerden oluşan bir demet çiçek vardı. Elindeki bir demet çiçeği burnuna tutmuş, Zaza’nın arkasından, masanın gerisinden gülümseyerek bakıyordu. Çocukların arka tarafındaysa, anneleri ve babaları vardı... Akil, bu fotoğrafı cüzdanının derinliklerinden çıkarırken, kâğıtların arasından ince ve körpe bir güvercin teleği de kayarak yere düştü. Bunu ne Akil, ne Akil’in başını dizinin üstüne koyan Dilberhanım, ne de çevredekiler fark etti. Akil’in bu halde, can çekişirken bile bu fotoğrafa bakmasına, inleyerek amcasını çağırmasına şahit olanlar, ya nemli gözlerini yana çeviriyorlar ya da bir kenara çekilerek iç geçiriyorlardı. ... Amcası bu işi haber alsaydı, kuşun kanadıyla buraya ulaşır, her gün kolunu kıvırıp kafasına kafasına yumruklar indirdiği ve esrar çekmekten bir deri bir kemik kalmış gövdesini mosmor eylediği, “haramzade” diyerek evden kovduğu öz oğlunu, Zaza’yı, kendi elleriyle boğardı... Akil N. Kuliyev, şimdi bu erkek dutun altında ölse de, ölmeyip sağ kalsa da, amcasının, her kim olursa olsun, onu bu hale getirenden hesap sormadan rahat edemeyeceğini çok iyi biliyordu. *** Akil N. Kuliyev’in kulağındaki sesler birbirine karışmaya, gözlerinin önündeki adamlar da birer birer kaybolmaya başlıyordu. O, bütün ümidini başının üstünde bir melek gibi dönüp duran Dilberhanım’a bağlamıştı. Amcası gelip yetişemese de Dilberhanım’ın, uzaktaki amcasına bir kuşun kanadında da olsa, haberi ulaştıracağına inanıyordu. Akil N. Kuliyev erkek dutun altında can çekişiyor olsa da amcasının şimdi, şu anda nerde olduğunu hayal ediyor ve cep telefonunu kapatmasının sebebini de biliyordu. Amcası, inşa ettikleri o büyük binada, inşaat işlerini yönettiği için ona ayrılan ve yarım yamalak sıvanmış odanın bir köşesinde namaz kılıyor olmalıydı. Çevresi, karton paketler içinde, birbiri üstüne sıra sıra dizilmiş inşaat malzemeleriyle doluydu. Bu malzemeler damla damla bu odaya ayrılıyor, sonra da gece yarısında, Akil N. Kuliyev’in kullandığı arabaya yüklenip satılması için İnkılâp Caddesi’ndeki ambara getiriliyordu... ...Amcası her iki elini göğe kaldırıp dua ettikçe, ceketinin etekleri yerden yükseliyor, başını “mühür taşına[2]” koyup secdeye vardıkça ceketinin etekler de yerdeki beton döşemenin tozuna toprağına karışıyor, büzüşerek dizlerini örtüyordu. Amcası çok masum, ufak tefek ve her zamankinden daha farklı görünüyordu. Akil N. Kuliyev, namaz üstündeki amcasının, işlerin iyi gitmesi ve sağlıklı yürümesi için dua ettiğini, kulağına kesik kesik gelen seslerden işitiyor ve o an elini ileriye uzatıp hırıltılı bir sesle: “Amca, amca” diyor, boğazını temizlemeye çalışsa da, ağzına dolan sıcak kanın, kendisini boğduğundan, söyleyeceklerini söyleyemiyordu. “Amca! Ey amca, şimdi, işlerin bu en güzel döneminde, her şey uçup gitmekte, yetiş...” *** Bu güvercin teleği Nigar’ın idi. Akil N. Kuliyev, çocukluğundan bu yana Nigar’ın telekleri olduğunu biliyordu. Nigar uzun bir ip alıp, sağdan soldan bularak biriktirdiği tavuk teleklerini belirli aralıklarla ipe dizer, en sona da yabani güvercinlerin kanadından kopup düşen ince, yumuşak telekleri de bağlayarak, ipi beline dolar, sonra da bu telekler rüzgârda salınsın, uçurtma gibi onun peşinden göğe yükselerek uçuşsunlar diye, ileriye doğru koşardı. Son kez, Nigar’ın doğum gününde, Kale köyündeki yeni evlerine toplandıkları gün, annesi, üstelik amcasının yanında, Nigar’ın çantasından gülerek çıkardığı teleği Akil’e verip amcasına da işaret ederek: “Bak, gelinin hala çantasında telek gezdiriyor,” demiş sonra da Akil’e dönüp eklemişti: “Bunu sakla, bacın gelin olurken ona gösterir, onun küçük bir kız olduğunu hatırlatırız,” demişti. Annesi, üstelik bu mutlu günlerinde, Nigar ile Zaza’nın beşik kertmesi olduklarını, kaynına bir kez daha hatırlatmak istemişti. Ama amcası konuşmamıştı. Rengi de kaçmıştı nedense. Akil de, kimsenin morali bozulmasın diye, bu teleği avucunda sıkıp ezmiş, sonra da bu teleği, kazandığı paraları koymak için kendi aldığı cüzdanın gizli bir köşesine sokarak saklamıştı. O zaman, Zaza’nın inşaattan malzeme çalarak sattığını, o malzemeleri esrar satanlara verip karşılığında da esrar aldığını sadece Akil biliyordu. Akil’in bu hadiseyi anlatmasıyla, bu işi öğrenen amcası, gizli gizli Zaza’yı dövüyordu... *** –Bu erkek dutun altında, bu kadar oturma! İncinme, ama bu erkek dutu Bakü’ye yayan, dışarıdan gelen köylülerdir, diyen Dilberhanım, Akil’e, bu sözleri, çok kızdığı için söylediğini anlatmaya çalışıyordu. Şimdi Akil N. Kuliyev, Dilberhanım’ın sesini, başucunda işittikçe seviniyordu. Amcasının oraya ulaşmak üzere olduğunu düşünüyordu. Ama gözlerini açtığında, başucunda yine Dilberhanım’dan başka kimseyi göremedi. Amcası hâlâ namaz kılıyor. Akil, göğsüne bastırdığı fotoğrafa bakmak istedikçe Nigar’ın teleğini hatırlıyordu. Bu teleği de fotoğrafın üstüne koyması için Dilberhanım’a seslenmek istiyor ama bunu söylemeye gücü yetmiyordu. O, Nigar’ın teleğinin erkek dutun altından uçarak, Bakü rüzgârlarına kavuşmuş, uçup gitmişti. Şimdi, biraz önce Akil’in cebinden düşen güvercin teleği, Bakü rüzgârlarının kanadında uçarak, amcasının yanına ulaşmış ve onun siyah, sık saçlarının arasından geçerek, amcasını namazdan ayırmaya çalışıyorsa da, olmuyordu. Çünkü amcası, namaz kılarken, çevresindeki her şeyi bitmiş, sönmüş sayıyordu... Amcası gelmedi. Güvercin teleği, amcasının başı üstünde döndükçe çoğaldı, çoğalan telekler birer birer ipe dizildi ve amcasının başı üstünden havalanıp göğe yükseldi, Akil’i de uzandığı o dut ağacının altından alarak, bir süre dalgalandı. Akil’i de göklere yükselterek bu telek katarının arkasına taktı ve onu da uçurmaya başladı. Bu teleklerin en önünde uçan Nigar, elinde tuttuğu menekşe ve nergis demetindeki çiçekleri kopararak birer birer etrafa saçıyor ve kahkahalarla gülüyordu. Havada nergis, menekşe ve kan kokusu vardı... *** –İnsanın eline, diline... sahip olması gerek! Akil N. Kuliyev bu sözleri ortalığa söylemiş olsa da, cümlesini bitirmeden Zaza ayağa kalkmıştı. Zaza, Nigar’dan aldığı esrar parasıyla esrar almış ve kafayı bularak erkek dutun altına, Akil Kuliyev ile konuşmak için gelmiş ve beynindeki kurtlar harekete geçsin diye de birkaç bira ve birkaç kadeh de votka içmişti... Zaza amcasının oğlu Akil’in bedenine, bıçağı üçüncü kez sokarken, Akil N. Kuliyev sözünü bitirebilmiş, onu engellemeye çalışmış ve olanca sesiyle bağırabilmişti. Erkek dutun altındaki masaların her biri bir yana dağıldı. Akil N. Kuliyev yere yığıldı. Dilberhanım yetişti. Zaza elindeki bıçağı dördüncü kez Akil’in bedenine saplayıp bağıra bağıra ve hem babasına hem de Akil’e söve söve, dut ağacının altından uzaklaştı ve sonra da hızla koşmaya başladı. *** –Erkek dut ağacı uğursuz; büyük şehir muhannettir! Akil N. Kuliyev erkek dutun altında, başını sağa ya da sola doğru çevirip dudağının kenarından, ağzının içine dolan kanı boşaltarak harekete geçmek; sonra doğrulmak ve yattığı yerden ayağa kalkarak bu sözleri söylemek ardından da göklere doğru uçmak istiyordu. Ama şimdi uçmak şöyle dursun, konuşmaya bile mecali yoktu. Onu, erkek dutun altından cankurtaran aracına kadar, sedye üstünde götüren insanlar bu iki amca çocuğunun, daha bir gün önce, bu erkek dut ağacının altında biraz içki içtikten sonra çıkıp şehrin sokaklarını adımladıklarını bilmiyorlardı. O zaman, bu iki amca çocuğu, birbirlerine şunları demişlerdi: O lanet olası savaş olmasaydı, şimdi biz de bu muhannet şehirde darmadağınık olmazdık. Karagüney’deki tarlalarında, büyük armudun altında, işte bu gün bu erkek dutun altında oturdukları gibi oturur, ellerimizdeki karağaçtan değnekleri yeşil çimenlikteki dikenlere çırpa çırpa, koyunların arkasında günlerimizi geçirir, ne hırsızlık yapar, ne esrar çeker, ne de birbirimize karşı bu kadar haset ederdik. O da Karagüney’in evlerini yapmaya devam eder; gereksiz endişeleriyle iki genci birbirinden ayırmayı düşünmez; bu büyük şehirde yalnızlık korkusuyla bütün sevgisini Akil’e yöneltip oğlunu kıskandırmaz, Zaza ile Nigar’ın arasında bir karaçalı olmayı da aklının ucuna dahi getirmezdi... *** –... Ve beline... sahip olsun... diyerek, Akil başını doğrultmaya çalıştı. Gözlerini yumarken, Dilberhanım’ın yumuşak, nazik ve sıcacık ellerini sıkıyor, onun kucağına sokulup bütün bedenini saran bu garip titremelerden kurtulmak istiyordu. Çevirenler: İmdat Avşar - Ömer Üçükmehmetoğlu [1] Erkek dut: Meyve vermeyen dut bitkisi. [2] Mühür taşı: Hazreti Hüseyin’in şehit edildiği Kerbela toprağından tuğla gibi pişirilerek yapılan ve Şii mezhebine tabi insanların namaz kılarken, secde edecekleri yere koydukları ve secdeye vardıklarında alınlarını getirdikleri küçük taş. (Bakü, 2010) Maksat Nur
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR